TÜRKİYE CANIM FEDA

HTML KOD

http://yildiriminsaat.emlak.net

.


   
  GELECEĞİNE YÖN VER.
  DİNİ KONULAR
 


                                  Cehennem Ateşi ve Azabı 

Derin kuyu, ahirette kâfir ve günahkâr kimselerin azap Cekecekleri ceza yeri. Kur’an-ı Kerîm’de inanan ve güzel amel işleyen kimselere Cennet vadedildiği gibi (1); kâfir ve günahkâr kimselere de Cehennem vâdedilmiştir. Kâfir, münâfık ve müşrikler Cehennem’de ebedî kalırlar, orada ölmezler ve azabları hafifletilmez. Tövbe etmeden günahkâr olarak ölen ve Allah’ın kendilerini affetmediği mü’minler ise Cehennem’de ebedî kalmazlar. Kendilerine günahları kadar azap edilir. Sonra oradan kurtulup Cennet’e girerler ve orada ebedî kalırlar. Allah Cehennem’i diğer yaratıklardan önce yaratmıştır ve şu anda mevcuttur, yok olmayacaktır. Nitekim şu ayet bu durumu gayet açık ifade eder: “Artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odun insanlarla taşlardır. O kâfirler için hazırlanmıştır. ” (2) “Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun. ” (3) İnsanın eğitimi ve iyi davranışlara yönlendirilmesi açısından Cennet ve Cehennem inancının dünya hayatına etkileri açıktır. Kişi, gizli ve açık yaptığı her şeyin karşılığını, bulacağını ve Cehennem’deki cezânın dehşetini hatırladığında, elbette hareketlerine çeki düzen verme ihtiyacını duyacaktır. ——————————————————————————– 1) Kehf, 107 2) Bakara,24 3) Âli İmrân,131 Kaynak :Cehennem, M. Sait ŞİMŞEK, Şamil İslam Ansiklopedisi Cehennem Ateşi ve Azabı Ateş, insan cismine çok büyük acı ve ızdırap verdiği için ahirette kâfir ve münâfıkların cezası ateşle verilecektir. Böylelikle Cehennem, Allah’ın tutuşturulmuş ateşinin ismidir, İşte Cehennem’in en açık vasfı ateş olduğu için bazen, Cehennem yerine ateş manasına “nâr” kullanılır: “Şüphesiz ki münâfıklar nâr’ın en aşağı tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ, 145). Cehennem’de görülecek azabın miktar, şiddet ve şekillerini ancak Allah ve Rasûlü’nün bizlere bildirmesiyle ve bildirdikleri kadarıyla bilebiliriz. Kur’an-ı Kerîm’de belirtildiğine göre; a-Cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatır: “Cehennem inkâr edenleri şüphesiz çepeçevre kuşatacaktır.” (Tevbe, 49) b-Cehennem ateşi sönmez: “Biz sapık kimseleri kıyamet günü yüzü koyun, körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşrederiz. Varacakları yer Cehennem’dir. Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırız. ” (İsrâ, 97) c-Cehennem dolmak bilmez: “O,gün Cehennem’e: “doldun mu?”deriz. O! ” Daha var mı?” der. ” (Kaf, 30) d- Kaynarken çıkardığı ses: “Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür. Oraya atıldıkları zaman onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. İçine her bir topluluğun atılmasında bekçileri onlara: “size bir uyarıcı gelmemiş miydi” diye sorarlar. Onlar evet, doğrusu bize bir uyarırı geldi; fakat biz yalanladık ve Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içerisindesiniz, demiştik ” derler. ” (Mülk, 6-9) e- “Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır. ” (Mü’minün, 104) f- “Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar. ” (Mü’min, 70-72). g- İnkâr edenlere ateşten elbiseler kesilmiştir. Başlarına kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir. Demir topuzlar da onlar içindir. Orada uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler. Ve kendilerine “yakıcı azabı tadın”denir. (Hâcc, 19-22). h- Derileri yandıkça azabı tatmaları için yeniden başka derilerle değiştirilir. (Nisâ, 56). i- Ölümü isterler fakat azabları devamlıdır, ölmezler. (Zuhruf,74-77; Fatır,36). Peygamberimizin (sav) ifadesine göre: “Cehennem ateşi (miktarca ve sayıca) dünya ateşleri üzerine altmış dokuz derece fazla kılınmıştır. Bunlardan her birinin harareti bütün dünya ateşinin harareti gibidir. ” Cezalar, işlenen suçlar cinsinden olacaktır. Dilleriyle suç işleyenlerin cezaları dillerine; elleriyle günah işleyenlerin cezaları ellerine vs. tatbik edilecektir.







بسم الله الرحمن الرحيم

اَلَّذِينَ يُنْفِقُونَ اَمْوُالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ ثُمَّ لاَ يُتْبِعُونَ مَا اَنْفَقُوا مَنًّا وَلاَ اَذًى لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِِمْ وَلاَخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ.

قال النبى صلى الله عليه وسلم:  اَلْيَدُ اْلعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السًُّفْلَى

 

                                  ALLAH YOLUNDA İNFAK

Allah Teâla’ya karşı sorumluluğunun bilincinde olan müminlerin özelliklerinden biri de infaktır.[1] İnfak, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma amacıyla insanın kendi malından harcaması, muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunması demektir. Bu bakımdan infak denince aklımıza farz olan zekât ve gönüllü olarak yapılan her türlü hayrî yardımlar gelir.

Hepimizin bildiği gibi, insanın sahip olduğu her şeyin tek ve asıl sahibi Allah’tır. Bu nedenle insanın emâneten sahip olduğu malını asıl sahibi olan Yaratıcısının gösterdiği istikamette kullanması kulluğun bir gereğidir.

Kur’an-ı Kerim’in başında, Bakara suresinin 2. âyetinde Allah’a samimiyetle inanan müminlerin özellikleri sayılırken iman ve namazın hemen ardından ifakın zikredilmesi bu gerekliliğin bir neticesidir. İnfak yapılırken, gösterişten uzak olarak, sadece Allah rızası için yapılmasına, infak yapılan kişinin onurunu incitmemeye, yapılan infakın insan haysiyetine yakışan kalite ve değerde olmasına, özellikle infak yapılacak ihtiyaç sahiplerinin tespitinde en layık olanın tesbitine özen gösterilmesine âzami ölçüde dikkat edilmelidir.

 

 

 


Yoksulların desteklenmesi, okul, kütüphane, cami, yol, köprü, çeşme, yaşlılar ve kimsesizler için yapılacak bakımevleri gibi hayır kurumlarının tesisi, hatta hayvanları, çevreyi ve tabiatı koruyup geliştirici her türlü harcama Allah yolunda infak sayılmış ve atalarımız tarafından bu konularda hizmet vermek için vakıflar kurulmuştur. Yine hadislerde de belirtildiği gibi kişinin aile fertleri için yaptığı harcamalar da infak kavramıyla ifade edilmiş ve sadakaların en faziletlisi olduğu belirtilmiştir.[2] Kur’an’da genellikle iyiliklerin sevabı bire on olarak gösterildiği halde, Allah yolunda yapılan infakın sevabının bire yediyüz ve daha üstü olduğu bildirilmiştir.[3] Bu da infakın Allah katındaki değerini gösterir.

Şüphesiz infakın psikolojik ve sosyolojik bir çok faydası bulunmaktadır. Bu faydaların başında, infak eden kişinin başkasına karşılıksız yardımda bulunmanın iç huzurunu yaşaması gelir. Diğer taraftan infak sayesinde kişi kibir, gurur, cimrilik ve bencillik gibi dinimizce yerilen kötü vasıflardan da kurtulur.

Unutmamak gerekir ki, aziz Müslümanlar, toplumda fakir-zengin ayırımı yerine saygı ve sevginin, kin ve nefret yerine kardeşliğin oluşması milletçe arzu ettiğimiz ve hedeflediğimiz bir husustur. İşte bu istek ve arzunun gerçekleşebilmesinin en büyük vasıtalarından birisi infaktır.

Hutbemi Bakara suresinin 262. ayetinin meali ile bitiriyorum: “Mallarını Allah yolunda infak eden, sonra da infak ettiklerinin arkasından başa kakıp incitmeyenler için Rableri katında ecir ve sevap vardır. Artık onlar için korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir”.






بسم الله الرحمن الرحيم

الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ(1)

قال ألنبى صلى الله عليه وسلم: يسروا ولأتعسروا بشروا ولا تنفروا(2)

 

YUMUŞAK HUYLULUK

  


Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim‘inde şöyle buyuruyor: “Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”(3) İnsanın yaratılışındaki bu şekil güzelliğinin yanında, onun ahlâkî yönünün de güzel olması elbette çok önemli bir haslettir. Peygamberimiz efendimiz sık sık şöyle dua ederlerdi: Allah’ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi, ahlakımı da güzelleştir.” (4)

 

Güzel ahlakın tezahürlerinden birisi de hilim yani yumuşak huyluluktur. Yumuşak huylu insan olaylar karşısında hemen infiale kapılmaz. Teenni ve sabırla hareket eder. Sonradan pişmanlık duyacağı şeyi yapmaz. Çevresindeki insanlara nezaketle muamele eder ve bundan dolayı da herkes tarafından sevilir. Bu insan aynı zamanda bütün beşeri münasebetlerinde ölçülü hareket eder. Öfke ve sinirine hakim olur.(5) Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de sevgili Peygamberimiz hakkında şöyle buyurulmaktadır: “Allah’ın lütfu sayesinde (iyi ki) onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba ve katı kalpli olsaydın etrafında kümelenen insanlar dağılıp giderlerdi. Öyleyse onlara karşı bağışlayıcı ol, onlar hakkında Allah’tan mağfiret dile ve toplumun işlerini onlarla istişare et.(6)

 


Yaşadığımız ortam bin bir türlü tehlikelerle dolu. Değer yargısı olarak maddenin ön plana çıkması bütün insânî güzellikleri alt üst etmektedir. Azıcık sabır gösterilmediği için basit münakaşalar bazan zaman cinayetle sonuçlanmakta ve son pişmanlık da fayda vermemektedir. O bakımdan mümin bir kul kendine yapılan kabalığa aynı türden karşılık vermek yerine ortamı yumuşatıcı bir tavır takınmalı ve sulhu tercih etmelidir.(7)

Allah Tealâ bu özelliklere sahip mümin kullarını şöyle methetmektedir: “İşte bunlara sabrettikleri için ecirleri iki kat verilecektir. Hem onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. Bunlar (o kadar iyi insanlardır ki) yalan yanlış, kötü ve boş şeyler işittiklerinde savuşup giderler, ondan yüz çevirirler ve : “Bizim işlerimiz bize sizin işleriniz size, herkesin sorumluluğu kendisine aittir. Selam olsun sizlere. Bizim cahillerle işimiz yok, derler.(8)

 

Yumuşak huyluluk, güzel ahlak ve olayları yatıştırma konusunda Peygamber efendimizden varid olan bir çok hadis-i şeriften birkaç tanesini size arzetmek istiyorum. Efendimiz şöyle buyurdular: “İnsanlara daima güzel ahlakın gerektirdiği ölçülerle muamele et.” (9) “Güzel söz sadakadır.”(10) “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.”(11) “Yumuşak  davranmayan kimse bütün hayırlardan mahrum kalmış sayılır.”(12) Bir gün bir zat Peygamber efendimize gelerek:         “Ya Rasulallah! Bana öğüt ver” dedi. Peygamberimiz (s.a.v) de birkaç kez tekrarlayarak: “Kızma, hiddetlenme” buyurdular.”(13) Yine efendimiz (s.a.v): “Herkesle iyi geçinen, yumuşak başlı olup insanlara kolaylık gösteren kimseleri cehennem yakmaz.” (14) Hutbemi kainatın efendisi sevgili peygamberimizin müjdeli bir mesajıyla bitirmek istiyorum. O şöyle buyurdular: “Her kim haksız olduğunu anlayarak münakaşayı terk ederse Allah Teâlâ kendisine cennette bir köşk verecektir. Her kim de haklı olduğu bir tartışmayı uzatmaz terk ederse onun içinde cennetin ortasında bir köşk hazırlanacaktır.(15)  Allah cümlemizi bu müjdelere layık olanlardan eylesin.




بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
قال النبي صلي الله عليه وسلم
وإنما بعثت معلما
İSLAM VE EĞİTİM


Ramazan ayı, Kuran ve sünnete dayanan maddi ve manevi bir eğitim ve arınma zamanıdır. Bu ay, Kuran-ı Kerim’i yeniden okuyup anlamamız, yaşamamız ve olgun bir mümin olma gayreti göstermemiz gereken en müstesna bir zaman dilimidir. Düşünmeyi, ilim öğrenmeyi, cahillerden olmamayı,okumayı,yazmayı emreden, Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’dir. Bunun içindir ki Kur’an nuruyla aydınlanmayan İslam öncesi dönem “cahiliye dönemi” olarak adlandırılmıştır.
Kuran-ı Kerim’le tanışan insanlık yeniden kendini bilmiş ve insan olmanın erdemini Kuran-ı Kerim ile elde etmiştir. Şu unutulmamalıdır ki Kuran’ı Kerimden en iyi istifade etmenin yolu Kur’an eğitimini almak ve onun öğütlerine uymakla mümkündür. Yüce Rabbimiz dikkatimizi buna çekerek “And olsun ki Biz Kuran’ı öğüt alsınlar diye kolaylaştırdık. Öğüt alan var mı?[9] buyurmaktadır.

Ülkemizde yeni eğitim ve öğretim yılı başlıyor. Kur’ân-ı Kerim bütün insanların eğitilmesine, bilgili kılınmasına büyük önem veriri. Eğitim ve öğretim, insanı, akıl ve gönül bütünlüğü içinde, hem bu dünya hem de ebedi hayat için hazırlama ve yetiştirme sanatıdır. Bu sanatı icra eden öğretmenlerimiz, önlerine gelen genç nesilleri zorlaştırmadan ve sevdirerek yarınlara hazırladıkları müddetçe başarılı sayılırlar. “Ben öğretmen olarak gönderildim’’[1] buyuran Efendimiz Hz Muhammed (s.a.s),: “Müjdeleyin nefret ettirmeyin Kolaylaştırın, zorlaştırmayın,” [2] buyurarak, eğitiminin temeline sevgi ve hoş görü düsturunu koymuştur. Kendisiyle barışık, kutsal değerlerini koruyan vatanını ve milletini seven, saygı ve sevgi dolu nesilleri ancak bu şekilde yetiştirilebiliriz.

Yüce dinimiz, okumaya ve yazmaya, ilme ve ilim öğretene büyük önem vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de “Rabbi’nin adıyla oku, O İnsanı Alakadan yarattı. Oku! O İnsana bilmediklerini öğretendir. Kalemle yazmayı öğreten Rabb’in nihayetsiz kerem sahibidir”[3] buyuran Yüce Rabbimiz, insan yetiştirmenin temeline Allah’ın adıyla okumayı, kalemle yazı yazmayı, öğrenmeyi ve öğretmeyi koymuştur. “Sakın cahillerden olma”[4] buyurmak suretiyle de bilgisizliği, cahilliği ve cahillerden olmayı yasaklamıştır. Peygamberimiz (s.a.s) de ‘’İlim öğrenmek için gayret etmek, kadın erkek her Müslüman’a farzdır’’[5] buyurmak suretiyle ilim tahsili konusunda kadınların da erkekler gibi sorumlu olduklarını bildirmekte ve günümüzde kız çocuklarının okutulması konusunda en güzel mesajı vermektedir. Dinî ve millî kültürümüzün temelinde okumayı bu kadar teşvik eden dinamikler olduğu halde halen kız çocuklarını okutmaktan kaçınan kişilerin varlığı üzücü ve düşündürücüdür.

Şunu unutmayalım ki her türlü kötülüğün, çirkinliğin, ahlaksızlığın ve bozgunluğun temelinde cahillik vardır. Biz cahillik ve cahillerden kaynaklanan bütün kötülükleri ayaklarının altına aldığını[6] ilan eden Âlemlere Rahmet Hz Muhammed’in (s.a.s) ümmetiyiz. Bize yakışan okuma, ilim öğrenme, geleceğe ışık tutacak ilmî eserler ortaya koymaktır.
Tarihte ecdadımızın ortaya koyduğu başarıları örnek alarak, insanlığa bütün güzellikleri ve erdemli davranışları milletçe biz sunmalıyız. Kültürel yozlaşmanın hat safhaya ulaştığı günümüzde, kültürel değerlerine, milli kimliğine sahip gençler yetiştirmek, vereceğimiz eğitimin kalitesine bağlıdır. Bunu, aile-okul işbirliği ile başarmanın gayreti içinde olmalıyız. Bu vesileyle yeni eğitim ve öğretim yılının milletimize hayırlı olmasını diliyor, hutbemi bir hadis-i şerif meâli ile bitiriyorum.
“ Ya âlim ol, ya öğrenci, ya da dinleyici ol, ya da bu kimseleri sevenlerden ol. Beşincileri(olan cahillerden) olma, helak olursun’’[7]




بسم الله الرحمن الرحيم

وَاتَّقُواْ اللّهَ الَّذِي تَسَاءلُونَ بِهِ وَالأَرْحَامَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا
قال رسول الله صلى الله عليه وسلم
لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ قَاطِعُ رَحِم
ٍ

SILA-İ RAHİM


Dinimizin üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan biri sıla-i rahimdir. Sıla-i rahim; akrabayı arayıp sormak, onları ziyaret etmek, sevinç ve hüzünlerini paylaşmak demektir.

Bütün müminlerin kardeş olduğunu ilan eden dinimiz[1] ‘insanların hayırlısı insanlara faydalı olandır’ prensibini koymuştur. Bu itibarla sıla-ı rahime riayet etmek Allah’ın rahmet ve bereketine nail olmanın en etkili yollarından biridir. Dünyada mükafatı en çabuk verilen amel, sıla-i rahimdir.[2]

Bu konuda Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: “Ey insanlar! Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının.”[3] Kutsi bir hadis-i şerifte ise Cenâb-ı Hakk: “Kim yakınlarıyla ilgi kurup akrabalığın hakkını yerine getirirse ona lütuflarda bulunurum. Kim de akraba ile ilişkisini keserse ben de onlardan rahmetimi keserim”[4] buyurur.


Sıla-i rahim dinî bir vecibedir. Bu sebeple yakınlarımızın hal hatırını sormak, onları ziyaret etmek, imkan ölçüsünde kendilerine yardımcı olmak görevimizdir. Bilindiği üzere insan, doğumundan ölümüne kadar ilgi ve sevgiye muhtaç bir varlıktır. Hemen hepimiz üstesinden gelmekte zorlandığımız hususlarda akrabalarımızı yanımızda görmek isteriz. Zor zamanlarda tesis edilen dostluk ve akrabalık bağının sıkı tutulması dünya ve ahiret saadetini de beraberinde getirir.
Efendimiz (as); ‘Rızkının çoğalmasını, ömrünün uzamasını isteyen, akrabasını koruyup kollasın”[5] buyurur. Buna göre akrabalarımız arasında fakir ve muhtaç durumda olanlara maddî açıdan destek çıkmamız, zekat ve fitrelerimizi verirken yoksul akrabalarımızı tercih etmemiz icap eder. Nitekim bir hadis-i şerifte, akrabaya verilen sadakanın iki kat sevaba vesile olduğu bildirilmiştir.[6]


Akrabalar arasında sevgi ve ilginin, ülfet ve muhabbetin devamı için karşılıklı ziyaretleşmeler büyük önem arzeder. Akrabalarımızdan özellikle yaşlı, hasta, bakıma muhtaç durumdakilere, kendilerinin yalnız olmadıklarının hissettirilmesi ne kadar önemli bir meziyet ve ne büyük bir sevaptır! Bilindiği üzere dinimiz, akrabaya iyiliği sadece insanî bir görev olarak değil hukukî bir sorumluluk olarak da değerlendirmiştir. Onun içindir ki böylesi bir görevden uzak durmak, akrabalarla ilgiyi kesmek büyük günah sayılmış ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “ Akrabası ile münasebetleri kesenler Cennete giremez” buyurmuşlardır.[8]


Aile ve akrabalara olan sevgi herhangi bir kabilecilik anlayışına sebep olmamalıdır. Küfrü imana tercih eden bir yakınımızla gönül bağımız olamaz.[7] Lakin akrabalık hukuku açısından onların terk edilmesi de doğru değildir. İslam, insanî ölçülerde her türlü ilgi ve alakanın devam ettirilmesini tavsiye eder. Bazı akrabalar vefasız olsa bile onlarla olan münasebetlerimizi de devam ettirmemiz gerekir. Böylesi bir durumu Hz. Peygamber’e ileten bir sahabîye Efendimiz: “Sen alakayı koparmadığın sürece Allah’ın yardımı seninle beraberdir” buyurmuştur. [9][8]


Sıla-i rahim, ekonomik sebepler ve muhtelif meşguliyetler bahanesiyle ihmal edilemeyecek kadar önemlidir. Hayatın mana ve güzelliği, akraba ve dostlarımızla kuracağımız güzel ilişkilerde saklıdır. Bu konuda büyükler, akrabalık bağını zinde tutmada küçüklere örnek olmalıdırlar.

Hutbemi bir ayet mealiyle bitiriyorum: “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.”





قال الله تعالى: وأن المساجد لله فلا تدعوا مع الله احدا (1)
قال رسول الله صلىالله عليه وسلم: من بنى لله مسجدا بنى الله له بيتا في الجنة. (2)

CAMİ VE FAZİLETLERİ
Yeryüzünde ibadet ve ibadetleri yerine getirmek için mabet inşa etme ilk insan Hz. Adem ile başlamıştır. Bu mabetler, Allah’a ibadet ve kulluk evi oldukları için Beytullah, Allah’a secde edildiği için mescid, insanları bir araya getirip, birlikte kulluk bilincini oluşmasını sağladığı için de cami diye adlandırılmışlardır.
Hz. Adem (a.s) ile birlikte başlayan cami yapma süreci, Hz. İbrahim’in Kabe’yi yeniden inşası ile devam etmiş, Rasulullah (s.a.v.)’ın Mescid-i Nebevi’yi inşası ile de yeni bir ivme kazanmıştır.
Peygamber (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiği zaman kendi evini inşa etmeden önce Mescid-i Nebevi’yi inşa ederek, kuracağı şehrin merkezine camiyi koymuştur. Onun bu davranışı Müslümanlar için örnek olmuş, islam fatihleri fethettikleri ülkelerde ilk iş olarak cami inşa etmişler, yeryüzünün dört bir tarafını mescid ve camilerle süslemişlerdir.

Cami ve mescid inşa etmek, inşa edilenleri imar edip şenlendirmek bir iman ve ihlas alametidir. Bu mukaddes mekanlarda Allah’ın adının anılmasını engellemek, harab olmasına sebep olmak da en büyük zulüm sayılmıştır. Yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurur: “Allah’ın mescidlerini ancak, Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder..”. [3] “Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasını engelleyen, mescidlerin harab olmasına çalışan kimseden daha zalim kim vardır?”. [4]

Mescidler herşeyden önce, tevhid inancı üzerine Allah’a kulluk bilincinin yeşerdiği ve yerleştiği mukaddes mekanlardır. Bundan dolayıdır ki, mescidlerde Allah’tan başkasına ibadet edilmediği gibi, Allah ile birlikte başkalarına dua da edilmez. Bu hususta yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Mescidler şüphesiz Allah’a mahsustur. O halde orada Allah ile birlikte başkasına yalvarmayın” [5].
Rasulullah (sav) zamanında Mescid-i nebevî, tevhid eğitiminin yanında, İslâm kardeşliğinin tesis edildiği, müslümanların sosyal hayatlarındaki ilke ve ölçülerin belirlendiği, sevgi ve saygının, itaat ve ibadetin sınırlarının çizildiği dinî ve sosyal özelliğe sahip bir yer olmuştur.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de minarelerindeki ezanları, kürsülerindeki vaazları, minberlerindeki hutbeleri ile cami ve mescidler iman, edep, terbiye, sevgi, saygı, hak ve hukukun öğretildiği birer ilim ve irfan ocağı olmuştur. İslam toplumlarında ortak sağduyunun ve dindarlık bilincinin tesis edildiği, insanların ruhen arınıp, hayatlarında istikamet kazandıkları, birbirleriyle kaynaşıp bütünleştikleri birer eğitim ve öğretim mekanları olmuşlardır.

Hz. Adem ile başlayıp, Hz. İbrahim ile devam edip, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile yeni bir sürece giren cami hizmetleri günümüzde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın uhdesinde devam etmektedir. Ülke çapında 80.000 civarında, İstanbul çapında da 4000 civarındaki cami ve mescidle devam eden bu hizmetler kıyâmete kadar da devam edecektir. Ezanların göklerini, secdelerin yerlerini nurlandırdığı bu mübarek topraklar, ilahi inayet ile kıyâmete kadar da böyle kalacaktır.
Allah’ın evi, Peygamberin makamı, mü’minlerin mekanı olan bu camilere sahip çıkmak, yenilerini inşa etmek, bakıma muhtaç olanlarını tamir etmek, ibadet ve irşad hizmetlerini en kaliteli hale getirmek ise mü’min olarak hepimizin görevidir. Camilerimizin temizlik bakımından birer inci, estetik ve mimari bakımdan birer şaheser, hizmet bakımından emsalsiz mekanlar olması, hepimiz için bir iman borcudur.
Hutbemi Rasulullah (s.a.v.)’ın bir hadis-i şerifi ile bitiriyorum: “Her kim Allah rızası için bir mescid inşa ederse, Allah Teala da ona cennette bir köşk inşa eder”. [6]





بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

 

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ  أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوااللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُون َ(3)

قال النبي صلي الله عليه وسلم

 

 

 

Müminlerin Birbirleri Üzerindeki Hakları

 

 

İslamiyet, yaratılmışların en şereflisi olan insana büyük değer vermiş ve o ölçüde sorumluluk yüklemiştir. Bu mesuliyetlerden birisi de Müslüman kardeşlerimize karşı olan görevlerimizdir.

      Sevgili peygamberimiz (s.a.v.) bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır.: “Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır. Bunlar; selamlaşmak, has-tayı ziyaret etmek, cenaze merasimine katılmak, davetini kabul etmek ve hap-şıran kimseye “yerhamukumullah (Allah merhamet etsin) ” demektir.”(1) Diğer bir Hadis-i Şeriflerinde ise: “Sizden biriniz, kendisi için sevip istediğini din kardeşi için de istemedikçe gerçekten iman etmiş olamaz”(2) buyurmaktadırlar.


Toplum halinde yaşayan insanlar anlaşma, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşmayı esas almalıdırlar. Yüce dinimiz Müslümanların birlik, yardımlaşma ve dayanışma içerisinde olmaları için müminleri kardeş ilân etmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurur: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, size merhamet edilsin.(3) Sevgili peygamberimizin kardeşlik ve dostluk bağlarımıza zarar verecek davranışlarla ilgili şu uyarıcı öğütleri ne kadar anlamlıdır: “Birbirinize haset etmeyiniz. Birbirinize dargın durmayınız. Birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Birbirinizin bitmek üzere olan pazarlığını bozmayınız. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız  bırakmaz, ona hor bakmaz.”(4)

 


Görülüyor ki, birlikte yaşadığımız, birbirimizle hayatı, mahalleyi, işyerini, camiyi paylaştığımız din kardeşlerimize karşı vazifelerimiz dinimizin üzerinde titizlikle durduğu bir konudur. O halde, -Cenâb-ı Peygamber’in de buyurduğu gibi- kendimiz için arzu ettiklerimizi din kardeşlerimiz için de istemeliyiz. Bu itibarla bütün müslümanlara karşı güler yüzlü, tatlı dilli olmalı, iyilik ve ikramlarda bulunmalı, selamlaşmalı, sevinç ve üzüntülerini paylaşmalıyız. Ayrıca etrafımızdakilere üzüntü ve sıkıntı verebilecek davranışlardan da son derece sakınmalıyız. Bir insan olarak, din kardeşlerimize karşı bir kusur ve haksızlıkta bulunmuşsak, haklarını telafi edip kendileriyle helalleşmeliyiz.

   Hutbemi bir hadis-i şerif meâliyle bitiriyorum. : “Kimin üzerinde din kardeşinin mânevi şahsiyeti veya malıyla ilgili bir hak varsa, altın ve gümüşün geçmediği hesap günü gelmeden helalleşsin. Aksi takdirde yaptığı haksızlık ölçüsünde iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahlarından alınıp haksızlık eden kimseye yüklenir.” (5)
 
 
  Bugün 36356 ziyaretçi (58726 klik) kişi burdaydı!

 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol